top of page

Pera’da Patlayan Bombalar


Bu yazımızın konusu, İstanbul’un Beyoğlu’nda ( Pera’sında) 75 yıl arayla gerçekleştirilen 2 bombalama olayının arasındaki şaşırtıcı benzerlikleri ortaya koymaktır. İlki 1941 yılında ve sonuncusu da geçen ay gerçekleştirilen bu  iki  saldırı, niyetlerin değişse de, hedeflerin değişmediğini ortaya koymaktadır.

İlk bombalama olayının gerçekleştiği dönemin Türkiye’sinin  siyasal ve ekonomik gerçekleri, II. Dünya Savaşında tarafsız kalmasını ve savaşa girmemesini gerektiriyordu. Ne var ki, özellikle Rusya, İngiltere ve Fransa gibi devletler Türkiye’nin savaş dışı kalmasını istemiyorlar, Türkiye’yi kendi saflarına katmaya çalışıyorlardı.

Öte yandan Almanlar da Balkanlar’a doğru olanca hızıyla ilerliyor, bu ilerleme de diğer bütün ülkeleri huzursuz kılıyordu. Alman işgalinden dolayı Balkan ülkelerindeki yabancı misyon görevlileri bu bölgeleri terk etmeye başlamışlardı.  Görev yerini terk eden başta elçiler olmak üzere bu misyon görevlilerinin başlıca ve en yakın duraklarından birisi İstanbul’du.

Bu terk sonucu, 1940 yılında önce Balkanlardaki İngiliz elçilerinin İstanbul’a gelişlerine neden olacaktı. Devamında da 1941 yılında ise Moskova’daki Alman elçisi Kafkaslardan, Berlin’deki Rus elçisi de Balkanlardan Türkiye’ye gelecekti.

Alman ordularının 1940 ilkbaharında Bulgaristan ve Romanya’yı kontrolleri altına almaları üzerine, İngiltere elçilerini ve kolonisini bu ülkeden çekmeye başladı. Önce Romanya’daki İngiliz Elçisi Sir Regihald büyük bir grupla İstanbul’a geldi.

Ardından 11 Mart 1941 günü Sofya’daki İngiliz Elçisi Rendall karısı, kızı, elçilik görevlileri ve bir grup İngiliz kolonisiyle birlikte İstanbul’a gelecekti.

İstanbul Valiliği de, Orient Ekspresiyle gelecek bu konuklarını karşılamak için Sirkeci Garı’nda ve kalacakları Pera Palas’da gerekli önlemleri almıştı.

İngiliz Elçisi Rendall’ın kalacağı Pera Palas, o günlerin İstanbul’unun en güzel otellerinden biriydi. Marmara görünümü için Park Oteli, İstiklal Caddesi’nde piyasa yapanları izlemek için de Tokatlayan Otelini seçenlerin yanında Pera Palas’ı seçenlerin özelliği, yalnızca İstanbul’u, Haliç’i ve camileri daha iyi tanımak değildi.

Zaten Pera Palas, Beyoğlu’nun da sarayı değil miydi? Zaten Pera Palas’ı da, Orient Ekspres tren seferleri başladıktan sonra, İstanbul’a gelecek kalburüstü konukları ağırlamak için, çok modern bir otel ihtiyacı için tren seferlerini düzenleyen Wagon-Lee Şirketi yaptırmamış mıydı?

Zaten otelin kurulduğu 1890 yılında İstanbul’da henüz elektrik olmadığı için, Avrupalı konukların gaz lambasını yadırgamamaları için otele de jeneratör kurulmamış mıydı?

İstanbul’un ilk elektrikli asansörü,  Pera Palas’ta değil miydi?

Pera Palas’ta yine dönemin yeni bir teknolojik gelişmesi olan kalorifer sistemi kullanımda değil miydi?

Banyolarından lavabolarından sıcak su akmaz mıydı?

Otel, İstanbul’un işgal günlerinde de, işgal kumandanlığının ve işgal görevlilerin de mekânı olmamış mıydı?

Sonrasında 1931 Tarihli Balkan Konferansı görüşmeleri esnasında, Pera Palas Avrupalı konuklarına ev sahipliği de yapmamış mıydı?

Hikâyeye devam edersek; beklenildiği gibi Orient Ekspresi ile değil de,  Rendall ve beraberindekileri getirecek Semplon Ekspresi,  11 Mart günü saat 21.00’de,  Sirkeci Garı’na geldi. Büyükelçi, Türk ve İngiliz görevliler tarafından karşılandı, sonra da İstanbul Konsolosluğuna ait bir araba ile Pera Palas’a gidildi. Elçinin dışındakiler ise kalacakları Tepebaşı’ndaki bir başka otele yerleştirildiler.

Rendall’ın ve ailesinin Pera Palas’a geliş saatleri 21.15dir. ( Bu bilgi bize başka bir ayrıntıyı daha göstermektedir; Sirkeci- Beyoğlu arasındaki trafik durumunu!) Elçi, bir viski içmek için bara doğru ilerlerken, eşyası da odasına yerleştiriliyordu.

Ancak elçiliğe ait valizlerden biri otelin mermer merdivenleri üzerinde kalmıştı. Sahibi çıkmıyordu. Aradan çok geçmeden, saat 21.35 ‘de birden bire bir patlama işitilmişti. Sahibi bulunamayan, bu sebeple de resepsiyon civarında bekletilen valiz patlamıştı. Valizin yanında bulunan dört kişi orada ölmüştü. Bunlardan ikisi, elçinin korunmasını üstlenen Türk güvenlik görevlileriydi. Rendall,  ve ailesine bir şey olmazken 21 kişi de yaralanmıştı.

Aynı anda bu otelin birkaç yüz metre ilerisinde de bir başka valiz dikkat çekecek ve içi açılarak bakılacaktı. Bu valizde de bir bomba vardı. Panik kısa bir sürede atlatılacak, bomba etkisiz hale getirilecekti.

Ardından değerlendirmeler başladı. Pera Palas’da patlayan o bomba, acaba kimler tarafından, neden konmuştu? Bu konuda Bulgar yetkililer üzerlerine hiçbir sorumluluk almıyorlar ve şöyle diyorlardı:

“İngiliz Elçisinin Sofya’dan hareketinden önce elçiliği koruyan polis görevlilerinin sayısı arttırılmıştı. Hatta buraya bir polis noktası da kurulmuştu. Karanlık bastıktan sonra elçilik binasına kimse alınmıyordu. Büyükelçi, elçilikten Sofya Tren istasyonuna girinceye kadar da valizlerin kontrolü, İngiliz görevliler tarafından yapılmıştı. Hatta büyükelçi, Bulgar polisinden gördüğü yakın ilgi nedeniyle görevlilere 500 leva armağanda da bulunmuştu. Üstelik Büyükelçi, Kral Boris’in özel treniyle Sofya’dan ayrılmıştı.”

İngiliz Elçisi Rendall ise Bulgarların bu düşüncelerini, Dışişleri Bakanlığı’na verdiği raporda şöyle yalanlıyordu:

“Sofya’dan ayrılmadan önce İngiliz elçilik görevlilerinin bagajları arasına dost olmayan bazı ajanlar tarafından bombalı bir vaiz konduğu aşikârdır. Suikastı düzenleyenlerin treni bile havaya uçurmaları düşünmüş olabilirler. Bombalı çantaların trenin Sofya’dan hareketinden önce konduğu gerçektir.”


Bu olayın, yitirdiğimiz güvenlik görevlilerimiz dışında o günlerde bizi ilgilendiren kısmı ise bambaşkadır: Haber,  İstanbul’da yerleşik Türk basınında 12 Mart 1941 günü kamuoyuna duyurulur. Lakin bu gazeteler,  baskılarından çok kısa bir süre sonra, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca toplatılır ve kendilerine de çeşitli kapatma cezaları verilir.

Gelin bu bilgiyi de, 13 Mart 1941 tarihinde kendisinin dışında İstanbul’da başka hiçbir gazetenin yayımlanmadığını haber eden Cumhuriyet gazetesinden öğrenelim:

“ Sıkıyönetim Komutanlığından bildirilmiştir: 11 Mart 1941 akşamı İstanbul’da Pera Palas Oteli’ndeki patlama olayı konusunda polis soruşturmasını ihlal eden yazılar bulunduğu gerekçesiyle İstanbul’da yayımlanan Yeni Sabah, Vatan, Hakikat ve Halk Gazeteleri üçer gün, Vakit, Tan, Son Posta, Tasvir-i Efkar, Akşam ve Demokrat Politika gazeteleri de ikişer gün süre ile kapatılmıştır.”

Cumhuriyet gazetesi okurlarının bu haberi okumadaki şansları ise, gazetelerinin Sıkıyönetim Komutanlığı ile olan bitmeyen sürtüşmelerinin ve  “bütün gözlerin üstlerinde oluşunun” bu durumunu avantaja çevirmiş olmasındandır. Çünkü sıkıyönetime karşı duyarlı, bu konuda dikkatli ve çekingen olan bu gazete, sıkıyönetimin bu haberi yayımlatmak istemediğine dair bir bilgiyi önceden eline geçirmiş, söz konusu haberi yayımlamayarak, kapatma cezasından kurtulmuştu.

Bu patlama Pera’da (Beyoğlu’nda)  yaşanan,  ilk patlamadır. Son patlama ise tamı tamına 75 yıl sonra günümüzde yine bir Mart ayında ve yine yaklaşık aynı günler içinde (19 Mart 2016 Cumartesi günü ) gerçekleşmiştir.

Sonuç:

İki patlama arasındaki tesadüfî de olsa benzerlikleri ortaya koymak olan amacımız doğrultusunda yorumlayacak olur isek;

İlki, “Pera’nın Sarayı” olarak adlandırılan, zamanının en gözde mekânı, Pera Palas’da gerçekleştirilmiştir.

İkincisi, Pera’nın bugünkü adıyla ve resmi temsil mekânı olan “ Hükümet Konağı’nın” yani Beyoğlu Kaymakamlığı önünde patlatılmıştır.

Her ikisi de Mart ayı içinde vuku bulmuştur.

Her iki bombanın da  yabancı uyruklu insanların bulunduğu bir grup üzerine patlatılmaları amaçlanmıştır.

Her ikisinde de can kaybı bulunmaktadır. Bu can kayıpları arasında ülke vatandaşlarımız olduğu gibi, yabancı uyruklular da bulunmaktadır.

Keza her iki patlama döneminde de Türkiye, bazı yabancılar için zoraki de olsa, bir yerleşim, bir göç, bir kaçış alanı olarak kullanılmıştır.  Türkiye, ilkinde savaştan kaçan misyon görevlilerince tercih edilirken, ikincisinde de yine bir savaş sebebiyle, ülkelerinden kaçan insanlar tarafından tercih edilir konumdadır.

Her iki patlama esnasında ve öncesinde ülkede olağanüstü şartlar ve olağandışı yaşam koşulları bulunmakta idi. İlkinde İkinci Dünya Savaşının ülkemize yansımış şartları egemendi ve bu yüzden yurdun pek çok bölgesinde sıkıyönetim ilan edilmişti.

İkincisinde ise, Rusya ve Suriye ile yaşanan gerginlikler nedeniyle, ülkemiz yine bir savaş şartları içinde bulunmakta, ülkenin farklı bölgelerinde daha önceden yaşanmış terör olayları sebebiyle, halk bezginliğe ve karamsarlığa itilmiş, mahalli ölçüde olsa bile sokağa çıkma yasakları uygulanmaktaydı.

Bu ve benzeri bomba patlama veya terör olaylarında, ilkinde olduğu gibi

“yayın ve duyuru” yasağı getirilirken, ikincisinde de benzeri eylemler neticesinde hemen “yayın ve paylaşma” yasağı getiriliyor, gazetelere, ajanslara ve televizyonlara yayın karartmaları konuluyordu.

Sahiplerinin ve yayın politikalarının farklılığına rağmen, ülkemizde 75 yıl sonra bile benzer adlarla gazeteler yayımlanmaya devam etmektedir.

İlk patlamanın müsebbipleri bilinmez ve yakalanamaz iken, ikincisinin müsebbiplerinin kimlikleri sonradan tespit edilseler dahi yakalanıp, canlı ele geçirilemezler. Bu noktada belirtilmesi gereken başka bir benzerlik de, herhalde iki olayın da katilleri Türk vatandaşı değillerdir.

Her iki patlamada da son benzerlik ise daha ilginçtir. O günlerin siyasi iktidarını en rahatsız eden olaylarını, Cumhuriyet gazetesinin haberleri ve özellikle bazı yazarlarının yazı ve yorumları teşkil ederdi. Günümüzde de farklı olduğunu söylemek mümkün değildir. Aradan 75 yıl geçmiş olmasına rağmen, Cumhuriyet gazetesi o gün olduğu gibi, bugün de siyasi iktidar ile sorun yaşayan bir konumunu korur halde görünüyor, bu yönüyle “aykırı” yapısını sürdürüyordu.

İlginç değil mi?

Comments


bottom of page