EDİTÖRLER: MURAT GÜLTEKİN – ONUR KILIÇ Birgün / YAŞAM 09.03.2018
Köy Enstitülerinden Memleket Hastanelerine: Aydınlanma ışığının peşinde…
Cezayirlioğlu: Köy enstitüleri ve memleket hastanelerinde kurumsal ifadesini bulan kamusal hizmet üretme anlayışını, günümüz koşullarında yeniden üretip uygulayabilirsek eğitim ve sağlıkta devasa boyutlara ulaşan sorunlarımızı çözebiliriz
Haldun Cezayirlioğlu, Öğretmen Okulu öğrencisi iken “Köy Enstitülü” öğretmeni Turhan Uysal’ın açtığı pencereden dünyaya baktı ve 45 yıldır o pencereden üzerine düşen aydınlanma ışığının peşinde koşuyor.
Köy Enstitüleri ile ilgili, sayısını bilmediği, sihri bozulacağından bilmek de istemediği, kitap ve efemerayı (Resmi evraklar, kimlikler, diplomalar, sicil defterleri, fotoğraflar, davetiyeler vb.) büyük emek ve sabırla bir araya getirdi, aydınlanmanın bir diğer kurumsal ifadesi “Memleket Hastaneleri” için çalışıp didindi, toplayıp toparladı ve bütün birikimini sergileriyle, yazılarıyla kamuoyuyla paylaştı.
Cezayirlioğlu ile, 14 Mart Tıp Bayramı kapsamında, 14-28 Mart 2018’de Basmane Garı’nda gerçekleştirilecek “Sağlık Tarihi Sergisi”nde yer alacak Memleket Hastaneleri Fotoğraf Sergisi’nden yola çıkarak sağlık ve eğitimde aydınlanma birikimimizi konuştuk.
»Eğitim ve sağlıkta kamusal hizmet üretiminde önemli birer deneyim olan Köy Enstitüleri ve Memleket Hastaneleri üzerine çalışıyor, ulaştığınız bilgi, belge, fotoğraf vd. yazılarınızla, sergilerinizle kamuoyu ile paylaşıyorsunuz. Önce Köy Enstitülerinden başlayalım isterseniz. Enstitüler ne zaman, nasıl ilgi alanınıza girdi?
1957 Manisa-Demirci doğumluyum. İlkokulun ardından kasabamızdaki öğretmen okuluna başladım 7 yıl yatılı okudum. Öğretmen okulları, köy enstitülerinin kapatılmasından sonra öğretmen yetiştirmek üzere yapılandırılmış kurumlardı. Köy Enstitüleri, o kadar etkili olmuş ki, felsefesi, anlayışı yok edilmeye çalışıldı ise de belli izleri, etkileri vardı. Yatılılık. Üretim ile bütünleşen eğitim-öğretim, bağ-bahçe, hayvancılık vb. Örneğin, domates yetiştirdik. Fidesini diktik, suladık, baktık, büyüttük, topladık; sıktık; domates suyu, salça yaptık.
Köy Enstitüsü felsefesi ile asıl tanışmam ise 1973-74 döneminde eğitim bilimi öğretmenimiz Turhan Uysal’ın gelişi ile oldu. Çok ama çok farklı, etkileyici bir insandı. Öğretmenliğiyle, derslerde ve ders dışı zamanlarda bizimle kurduğu iletişimle, nezaketiyle, giyimiyle-kuşamıyla, her şeyiyle… “Niye farklı?” diye düşünür; araştırırken Aksu Köy Enstitüsü mezunu olduğunu öğrendik. Köy Enstitüleri böylece ilgi alanımıza girdi.
Branş derslerinde bitirme ödevleri vardı. Turhan Öğretmenimin eğitim bilimleri ödevi için ona duyduğum sevgi ve saygıdan dolayı Köy Enstitüleri’ni seçtim. Okul kütüphanesinde konu ile ilgili hiçbir şey yoktu. Hatta öğretmenim “Yeterince kaynak yok zorlanırsın.” diyerek vazgeçirmeye çalıştı. Demirci’de küçücük bir kitapçı vardı. Mehmet Başaran’ın, Varlık Yayınları’ndan çıkan Tonguç Yolu’nu aldım. Bu kitaptan yola çıkarak Köy Enstitüleri’ni anlatmaya çalıştım. (Ne yazık ki o ödevi saklayıp bu günlere taşıyamadım.) Bu ödevle kazandığım duyarlılıkla yazdığım “Köyde Ağlayan Var” adlı şiirimle, girdiğim yarışmada birinci oldum, adım şaire çıktı.
»Sonrasında nasıl gelişti?
1975 yılında öğretmen okulundan mezun oldum. O yıl ilk defa öğretmen okullarına tanınan hakla üniversite sınavlarına girdim; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazandım. 1979’da bitirip çalışmaya başladım. Üniversite ve meslek hayatım boyunca Köy Enstitüleri’ne ilgim sürdü. Yıllar içinde edindiğim bilgiler, kurduğum dostluklar yeni ufuklar açtı; kitabın yanı sıra, efemera, belgesel malzeme toplamaya başladım. Sayısını bilmediğim, sihri bozulacağından bilmek de istemediğim, kitap ve efemeradan oluşan büyük bir birikim oluştu.
Efemera-belge kısmı çok önemli. Çünkü kitap en az 500 adet basılıyor fakat efemera dediğimiz şey tek, en fazla bir kaç nüsha olabiliyor. Resmi evraklar, yazışmalar, öğretmenlerin- öğrencilerin sicil dosyaları-fişleri, karneler, diplomalar, mektuplar gibi kişiye özel, tek nüshası olan belgeler, bunlara fotoğrafları, toplantı ve anma günlerinin davetiyelerini, programlarını da eklersek efemera kısmındaki zenginliği anlatmış olurum.
»Uzun yılların emeği ve sabrı ile oluşan bu büyük birikimi sergilerle kamuoyu paylaşıyorsunuz. Ulaştığınız sonuçlar, aldığınız tepkiler?
Ankara, İstanbul, Kastamonu, Eskişehir, 12-13 sergi açtım. Köy Enstitüleri’nin kuruluşunda yer almış, emek vermiş öncülerin huzurunda bir “ihtiram (saygı) duruşu”, bu kültürün içinde yetişenler için bir “anı tazeleme”, yeni kuşaklar için de bir “tanışma” fırsatı oldu/oluyor sergiler. Sergileri yeni kuşaklar için Köy Enstitüleri ile “tanışma” fırsatı olarak gördüğümü özellikle belirttim. Enstitüleri bilmeyen okumuş-yazmış, iş-güç sahibi insanlar görüyorum. Eleştirel, karşıt fikirler olabilir, bunlarla oturur tartışırız. Ancak 1940-1953 dönemine damga vurmuş ve bugüne kadar yansımaları olan bir konuya kayıtsız kalmak üzücü. 10-15 yıldır enstitülerin gündeme gelmesini, konuşulmasını, tartışılmasını önemli ve anlamlı buluyorum. Sergilerle, yazıp çizdiklerimle buna katkım olabiliyorsa ne mutlu bana.
»Saygı duruşu ve anı tazeleme dediniz. Köy Enstitülerini ve genel olarak erken Cumhuriyet dönemi kurumlarını gündeme getirmeyi nostaljik bulan yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Köy Enstitüleri’nin düne değil bugüne ve geleceğe ilişkin olduğunu düşünüyorum. Enstitü felsefesinin, anlayışının, günümüz koşullarında yeniden üretilerek uygulanması, ülkemizin, başta eğitim olmak üzere, içinde bulunduğu açmazlardan çıkışı için başlıca çözüm yollarındandır. Biriktirdiklerimle, birikimimle buna katkı sunmaya çalışıyorum.
»Memleket Hastaneleri’ne gelirsek…
Tıbbiye, tıpkı Köy Enstitüleri gibi önemli aydınlanma kurumlarımızdandır. Doktorlar, öğretmenler ile birlikte aydınlanmanın öncüleri, taşıyıcıları olmuşlardır. Tıp eğitimi, doktorlar, hastaneler, hemşireler bu çerçevede ilgimi çekiyordu. Konu ile ilgili bazı eski fotoğraflar ile kitaplar geçti elime… Takip etmem, odaklanmam gerektiğini düşündüm. Kitap, efemera özellikle fotoğraf topladım. 1940-1960 döneminde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde çekilmiş siyah beyaz, dış mekân hastane fotoğrafları ve iç mekan hasta, doktor, hemşire, hasta bakıcı gibi sağlık personeli ile eczane, ameliyathane, sağlık araç-gereçleri gibi dönemin hastane koşullarını yansıtan, 3-4 bini basılı, 8-10 bin kadarı negatif fotoğraf.
Bu birikimi, Memleket Hastaneleri başlığında değerlendiriyorum. Bunun nedenini memleket hastanesi kavramının kısa bir tarihçesini vererek izah edeyim: Abdülhamit dönemine kadar hastanelere, sağlık birimlerine değişik isimler veriliyor. En bilineni “Darüşşifa” olmak üzere onlarca isim sayılabilir. İttihat Terakki döneminde Enver Paşa’nın direktifi ile bütün hastanelere memleket hastanesi deniliyor. Cumhuriyet de bu ismi benimsiyor.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında memleket hastanelerinin neredeyse tamamının inşasında fedakârlık öyküsü vardır. Doktorların öncülüğünde vatandaşların çabaları, fedakârlıklarıyla imece ile yapılmıştır hastaneler. Kimi altınını, parasını, yüzüğünü, kimi eşeğini, koyununu, danasını, kimi evini, bağını bağışlamıştır. Kimisi de inşaatında kazma, kürekle çalışmıştır. Kısa zamanda yurdun dört bir yanında memleket hastaneleri hizmete girmiştir.
İnönü döneminde memleket hastanesi ismi devam etmekle birlikte yeni açılan hastanelere “Millet Hastanesi” denildi. Bu iki isim ile 1950’ye kadar gelindi. Demokrat Parti iktidarında hastaneler, İl Özel İdarelerinden alınıp Sağlık Bakanlığı’na bağlandı ve “Devlet Hastanesi” oldu. “Memleket Hastanesini” bu tarihselliğe işaret ettiği, özetlediği için tercih ettim.
»“Memleket Hastaneleri” ile bugünün hastane anlayışını, “Şehir Hastanelerini” karşılaştırırsak…
Ana hatlarıyla özetlediğim tarihçede sağlıkta kamusal hizmet esastı. Fedakârlık, insanını, ülkesini sevmek, adanmışlık esastı. Şimdi size, 1940’lı yıllardan bir fotoğraf göstereceğim: Bir camide kocaman bir röntgen cihazı ve röntgen çektirmek üzere sırada bekleyen vatandaşlar. Muhtemelen bir köye bu devasa röntgen cihazı taşınmış ve en düz ayak yer olarak camiye yerleştirilmiş. Sağlık hizmeti binbir zahmet köye, vatandaşın ayağına götürülmüş. Kim bilir kaç tane vardı o cihazdan? Köy köy gezilmiş, o koca röntgen cihazı taşınmış röntgen taraması yapılmış. Bu anlayış, 1960’lı yıllarda Nusret Fişek ile Tıpta Sosyalizasyon ile yeniden gündeme geldi. Ancak sürdürülemedi. Aşama aşama memleket hastanelerinden şehir hastanelerine geldik. 1940’larda koca koca röntgen cihazları ile köy köy gezen, sağlık hizmetini vatandaşın ayağına götüren anlayıştan sağlık hizmeti almak için köyü, kasabayı şehre çağıran, yığan bir anlayışa vardık.
»Memleket hastaneleri sergilerini, açacağınız yeni sergiyi konuşalım mı?
Doktorundan hemşiresine bütün sağlık çalışanlarının ve vatandaşın imece ile inşa ettikleri, kamusal sağlık hizmeti üreten memleket hastanesi anlayışının günün koşullarında yeniden üretilerek hayat bulması ile sağlık alanındaki sorunların önemli oranda çözümlenebileceğini düşünüyorum. Bu amaçla, memleket hastanesi kavramında cisimleşen sağlık alanındaki tarihsel birikimimizi hatırlamak, hatırlatmak için sergiler açtım.
İlk sergimi, 2010 yılında Ankara Tabip Odası ile gerçekleştirdim. 1940-1960 Dönemi on binden fazla memleket hastanesi fotoğrafından 250-300’ü seçilip 52’sinde karar kılındı ve değişik boyutlarda fotoblok haline getirilerek sergilendi. Bu sergi, çeşitli illerde üniversitelerde, sağlık bilimleri ve tıp fakültelerinde de açıldı. Ve önümüzdeki günlerde İzmir Tabip Odası’nın 14 Mart Tıp Bayramı kapsamında, 14-28 Mart 2018’de Basmane Garı’nda gerçekleştireceği “Sağlık Tarihi Sergisi”nde yer alacak.
»Memleket Hastaneleri Sergisi’nden sonra ne var gündeminizde?
İzmir’deki bu ilk sergim ile 28. sergimi hayata geçirmiş olacağım. 29. sergimi yine İzmir’de en az Köy Enstitüleri ve memleket hastaneleri kadar zaman ve emek harcadığım “Takvimler” üzerine olmasını istiyorum. Nicelik olarak en zengin koleksiyonum takvim. Duvar, masa, cep yani takvim hangi hali aldıysa, kâğıt metal, seramik, kumaş hangi malzemeden yapıldıysa topladım. Takvim yaprakları ile 30-35 bini buldu. Takvim sergisini bugüne kadar açmamam koleksiyonu sakınmaktan kaynaklı olabilir. Bunun geçmesi zaman alıyor ve o zaman gelip geçti.
»Neden takvim?
Çocukluk, ilk gençlik hatırası. Babam devlet memuru idi Demirci’de. Kamu kurum kuruluşlarının, bankaların yılbaşlarında bastırıp dağıttığı takvimler gelirdi eve. Annem odalara birer tane astıktan sonra kalan takvimlerin görselliklerinden istifade ederek dolapların arkasına kamuflaj malzemesi olarak kullanırdı ve güzel dururdu. O yıllarda cep takvimi de yaygındı; öğretmen okulu yılları boyunca cep takvimi taşıdım.
Cezayirlioğlu’na röportaj için teşekkür ederiz.
https://www.birgun.net/haber-detay/koy-enstitulerinden-memleket-hastanelerine-aydinlanma-isiginin-pesinde-207384.html
Comments