“Yiğit olur, mert olur, kahraman olur,
Yaman olur Demircinin efeleri yaman hey!
Yamçı sırtta, kama belde, martin omuzda
Halil Efe, Pehlivan’ağ, Gördes kızı Makbule.
Ve Kaymakam Ethem bey..”
Bu güzel dizelerin de içinde yer aldığı Demirci Efeleri Destanını ve hikâyesini daha önce bir yazımda yazmıştım. Geçen yıl düzenlenen Demirci Akıncıları Çalıştayı’nda da gerek metin olarak ve gerekse de düzenlenen sunumda görsel olarak da destandan çok yararlanılmıştı. Doğrusu, destanın duyulmasını, yayılmasını ve bilinmesini sağlamış biri olarak, o gün çok mutlu olmuş ve gururlanmıştım.
O yazımda da bahsettiğim gibi ( http://www.halduncezayirlioglu.com/2013/12/demirci-efeleri-destani/ ) destanın yazarı/şairi Nurettin ÖZYÜREK hakkında tüm uğraşılarıma rağmen bir bilgiye ulaşamamıştım. Ancak, elimdeki bilgiler doğrultusunda şairin adı, destanın yayınlandığı kitabın adı ve yayım yılı ile yetinmek zorunda kalmıştım.
Demirci Akıncılarının hayatını ve Kurtuluş Savaşı esnasındaki mücadelelerini, adeta içlerinden biriymiş gibi kaleme alıp dile getirmiş bu şairi yeterince tanıyamamış, tanıtamamıştım.
Çalıştay esnasında da aynı sorun ortaya çıkmış, benim gayretlerimin yetersizliği üzerine bu kez de Kaymakamlık Özel Kalemi tarafından mahalli bir araştırmaya gidilmişti. Acaba geçmiş yıllarda Demirci’de görev yapmış bir öğretmen, idareci, doktor, memur olabilir mi diye bir araştırma başlatılmıştı. Ne yazık ki bu konuda bir sonuca ulaşmak mümkün olmamıştı!
Bu dizelerin sahibi farklı bir insan olmalıydı. Bu dizeler belli bir birikim, belli bir beceri istiyordu. Bu dizeler, tarih, bu dizeler insan kokuyordu. Kahramanlık, yiğitlik, kokuyordu. Demirci kokuyordu. İşte bu yüzden, bizler de O’nu tanımalıydık. Bilmeliydik, bulmalıydık.
Yaklaşık dört yılı bulan bu çabam, yakın bir zaman önce telefonumun çalmasıyla nihayete eriyordu! Arayan aslen Uşaklı olan ve Ankara’da yaşayan adaşım Haldun Temel ERSAN’dı. O’da beni bu konudaki yazılarımdan dolayı bulmuştu. Aslında iki adaş, farklı mekânlarda, farklı süreçlerde aynı kişiyi arıyorduk: Nurettin Özyürek! Ama o, bu uğraşta epey mesafe katetmiş, detaylı bilgilere çoktan ulaşmıştı.
Şimdi işte o kahramanı tanıyalım:
İkinci Dünya Savaşı’nın en hareketli günlerinde Birleşik Krallık (İngiltere) Hükumeti, Türk Hükumeti ile temasa geçerek 1930’lu yıllarda siparişi verilen denizaltı, muhrip ve uçak filolarından 4 denizaltı ile 2 uçak filosunun teslime hazır olduklarını bildirir. Ayrıca, bu gemileri teslim alacak denizci personelle, uçakları teslim alacak pilotların eğitimi için havacı personelin de gönderilmesini ister. Bunun üzerine Türkiye, gemileri ve uçakları teslim alacak personeli İngiltere’ye göndermeye karar verir. Teslime gidecek heyet önce deniz yoluyla Mısır’ın Port Said limanına oradan da hava yolu ile Birleşik Krallık’a geçecektir. İngilizler, 25 Haziran 1941 tarihine kadar, kafilenin Port Sait Limanında hazır olmasını isterler. Bu büyük görev için, 19 deniz subayı, 63 deniz astsubayı, 68 deniz eri seçilir. Kafilede ayrıca, İngiltere’ye pilotluk eğitimine giden, 1 hava subayı ve 20 Hava Harp Okulu öğrencisi asteğmen de yer alır. Seçilen subaylar, sicili en yüksek seçkin subaylardır. Bu iş için, sadece yük taşımaya elverişli Refah Şilebi seçilir. Gemi aslında bir yük gemisidir. Dış sefer yapamayacak kadar eski ve köhnedir. Gemide yalnızca 24’er kişilik 2 filika vardır. Geminin telsizi sadece elektrik ile çalışmaktadır. Personel ile birlikte: 200 kişiyi bulan yolcular için yer, yatak, yiyecek ve yeterli tuvalet de yoktur. Zaten kafile başkanı Yarbay Zeki Işın da, gemiyi gezdikten sonra, “Sefere Elverişli Olmadığını” Ankara’ya bildirir.
Ankara’nın ise her ne olursa olsun bu sefer yapılacaktır emri üzerine Mersin’den toplanan marangozlara seyyar tuvaletler, ranzalar yaptırılır. Yataklar alınır. Yiyecek takviyesi yapılır. Erlerin de geminin kömür ve krom taşımakta kullanılan ambarlarında yatması kararlaştırılır. Refah Şilebi, 23 Haziran 1941 günü, saat: 17.30’da sessiz sedasız Mersin Limanından hareket eder. Geminin çeşitli noktalarına; köprü üstüne, güverteye, ambar kapaklarının üstüne ve kıç bölümüne yayılmış olan kafile, Mersin’den alınmış akşam yemeğini yerken, yabancı denizaltıların av alanı haline gelmiş olan Akdeniz’de, tehlikeli bir yolculuğa başlar.Saatler: 22.30’u gösterirken, gemi, korkunç bir patlama ile sarsılır. Bordasına yediği torpille açılan gedikten içeriye, hızla sular dolmaya başlar. Refah Şilebi, milliyeti belirsiz bir denizaltının attığı torpille, tam ortasından ikiye bölünür. Mevcut iki filikadan biri, içinde uyuyanlarla birlikte havaya uçar. Elektrik düzeneği bozulur, telsizler susar.
Güvertede bulunanlardan çoğu patlamayla şehit düşer. Kimileri ise, can havliyle kendilerini attıkları denizde, köpek balıklarının kurbanı olurlar. Hayatta kalanlar, mevcut tek filikanın başına hücum ederler. Refah yolcularından, Yüzbaşı Nevzat Erül filika başındakileri:”Burada kumanda bendedir” diyerek düzene sokar. Tam 24 kişiyi, filikaya bindirdikten sonra bakarlar ki matafora sıkışmış olduğundan filika denize inmez. Gemi batarken filika suya girdiğinde ancak gemiden ayrılır ve kurtulurlar. Gecenin göz gözü görmeyen karanlığında 4 kişiyi daha denizden toplarlar. Filikaya binen 28 kişi ise, tam 20 saat 9 dakika süren bir yolculuktan sonra, 24 Haziran Pazartesi, saat: 19.10’da, Karataş Feneri yakınlarında karaya ayak basarlar.
Türkiye, acı gerçeği kazazedelerden öğrenecektir. Olay öğrenilince, askeri uçaklar havadan, motorlar denizden kazazede aramaya başlar. Gün boyu süren aramalarda dört kişi bulunabilir. Böylece kurtulabilen sayısı 32 ye yükselir. Bu feci kazada 15 deniz subayı, 16 Hava Harp Okulu öğrencisi, 48 denizaltı astsubayı, 63 deniz eri ile 25’i gemi mürettebatından olmak üzere, toplam 167 kişi şehit düşmüştür. Türkiye uygun gemi seçmediğinden ve koruma önlemleri almadan askerlerini zorla sefere göndermekten dolayı, 2.Dünya Savaşına girmeden 167 kişiyi şehit vermiştir. Gemide, sürekli olarak üzerindeki can yeleğiyle dolaşan refakatçi İngiliz Subayı da boğulmuş ve ölü sayısı 168’i bulmuştur. Refah gemisi faciasından kurtulanlardan biri de 20 yaşındaki Uşaklı havacı asteğmen öğrenci Nurettin Özyürek’tir.
Nurettin Özyürek, 1921 yılında Uşak’ta doğmuştur. Uşak’ın tanınmış şahsiyetlerinden Yakupoğlu Hafız Mustafa Hoca’nın çocuklarından biridir.
İlk ve ortaokulu Uşak’ta bitirdikten sonra Kuleli Askeri Lisesine ve Harp Okuluna gitmiştir.1941 yılında Harp okulundan asteğmen olarak ikincilikle mezun olmuş ve havacı sınıfına ayrılmıştır. Pilot olduktan sonra Harp Akademisini de bitirerek kurmay subay olmuştur. Uzun yıllar avcı uçaklarında pilotluk ve Harp Akademisinde öğretmenlik yapmıştır. Harp Okulunda ve Akademisinde okutulan bazı askeri kitapları yazmıştır.1963 yılında Kıdemli Kurmay Albay olarak emekli olmuştur. Nurettin Özyürek sanat hayatına ise 1939 yılında şiirler yazarak başlamıştır. Şiirleri Türk Yurdu ve Varlık Dergilerinde yayınlanmıştır. Daha çok Atatürk ve Kurtuluş Savaşı temalı şiirler yazmıştır. Demirci Efeleri Destanının sahibi şairimizin bir başka yönü de çeviri yazarlığıdır. Tamamı Varlık Yayınlarında yayımlanmış 10 çeviri kitabı vardır. Ancak kendisinin basılı bir şiir kitabı bulunmamaktadır.
1968 yılında henüz 47 yaşında iken vefat etmiştir.
“Ana bacı çoluk çolan evlerden
Uğrayıverdik Allah
Ellerde çapalarla kestik önünü
Kıran koduk, çil yavrusu gibi dağıttık
Vurduk vallah.
Ve kurtuldu Demircimiz erdik murada
Tarla tokat, dağ taş hür
Dünya varmış, dirlik varmış dünyada gördük
Bin şükür…”
Bazı günler, insana bayram gibi gelir. İşte bu gün de onlardan; yukarıdaki dizelerin sahibinin bir kahraman olduğunu öğrenmek, insanı çok mutlu ediyor. İnsanı coşturuyor! Gözlerini yaşartıyor.
Sizin de Bayramınız kutlu olsun.
Not: Bu yazıyı yazmamı sağlayacak bilgileri ulaştıran Sayın Haldun Temel ERSAN’a teşekkürler.
Comments