Eski takvimler arasında dolaşırken, bir yazıda 1914 yılının Ankarasında yaşanan çetin kış şartlarıyla karşılaştım. O kadar soğuk kış günleri yaşanmış ki “anlatılası değil” diyor yazar. Çatıların, buzların ağırlığını taşıyamadığı için çöktüğünden dem vuruyor. Buzların aylarca yerlerde kaldığını söylüyor. Uzun uzun, buzlu çatı sarkıtlarının yüzlerce kişiyi yaraladığını, Ankaralı çocukların sokağa çıkabildikleri anlarda, ilk saldırdıkları şeylerin de bu sarkıtlar olduğunu anlatıyor. Hele bu oyunları esnasında düşüp, sakatlanan, yaralanan, üstüne de babalarından birer dayak daha yiyen çocukların hali, içler acısını.
Sokaklarında pek kimsenin yürüyemediği 1914 Ankara kışı. Öyle bir kış Ki, zaten zahire dükkanları, soft dükkanları ve fırıncılarının dışında pek de fazla dükkanı olmayan Ankara’da, o kış aylarında çoğunun da açılmadığı ifade ediliyor. Odunsuz, yakıtsız bir kış altında, insan ve hayvan sefaleti anlatılıyor. Bakımsız, yemsiz kalan hayvanlar sonucunda yüzlerce hayvanın evlerde -ağılllarda telef olduğu, çoğu hayvanın da bakımsızlıktan kesilerek satılmaya çalışıldığı belirtiliyor. Bazı cesaretli “tellaların” sokakları dolaşarak, “ Kendircilerin Asım’ın Hergelen Meydanındaki evlerinde 4 yaşındaki sığırlarının bu sabah kesilerek, ihtiyaç sahiplerine satılacağı” haberi yayılıyor. Kışın çetin şartlarından cüreti olanların gelip almaları isteniyor adeta. Ya da benzeri çığırtkanlık yollarıyla, “Cuma Günü Alt Fırın’ın”, “Pazarirtesi Gününün de Üst Fırın’ın” açılacağı, ekmeklerin yalnız o gün çıkarılacağı duyuruluyor.
Küçücük Ankara’da Alt Fırın’ın Börekçilerin Hamdi Efendi’nin Fırını, Üst Fırının da Pekmezcilerin Ali Atıf’ın Fırını olduğunu da bilmeyen yok ki!
Yoksulları arayan, soran yok bu kış altında. Sessiz ölümlerin ve definlerin olduğu söyleniyor ıssız ıssız halk arasında. Okullar, medreseler çoktan kapanmış, ne geleni var ne gideni. Bir kaç memurun zor şartlar altında sessiz ve sakin yürüyüşlerinden başka, bir şey yok gibi Ankara’da. Üstlerine çulları dolam dolam dolamış insanlar var yalnızca sokaklarda. Camiler bile cemaatini bekler hale gelmiş; kendini zoraki yollarda bulmuş bir kaç ihtiyarın dışında, herkes kendi evinde, namazında, niyazında. Bacası tütmeyen camilerde namaz kılmanın mürüvvetine kavuşanlar ise, tez elden sıcak bir sobanın ya da mangalın başında olmaya koşturuyorlar. Hele ki, alınan abdestin buzlanmış karlarla alındığı hissedildiğinde , üşümemek, ürpermemek mümkün değil. Mümkün değil koşturmamak.
Çoğu evde zaten su tesisatı yok, su tesisatı olan bir kaç evin ise boruları donmuş, açık bir borunun ucuna her daim bir odun parçası atılan bir ateş yanmada. Donan borular kendir ve iplerle sarılmada. Ankara, is kokmada. Odun bile değil kokan, ağır bir şey kokmakta. Evlerin arasından peyda olan bu kokunun ilk sebebinin de ağıllarından çıkmaya yüz bulamayan hayvanların kokuları olduğu söylenmekte. Diğer sebebinin de, tezek yakmanın olduğu söylenmede. Tezeğin en itibarlı yakıt olabileceğine inanılıyor bu kış ayında. Kurumayan tezeğin nasıl yanabileceğine de çözüm bulmuş gibi Ankaralı. Kül ile harmanlanmış tezek geç de olsa, güç de olsa yanıyor, ama kokusu ise daha yaman kokuyordu.
Ankara 1914 Kışı, caydıran bir kış. Evlerin bahçelerinde, damlarında bile kar, her şeyi örtmüş durumda.Yazdan yapılıp, kış ayları için küpler içinde toprak altında biriktirilip saklanan ne peynirlere ulaşabilmekte, ne de pekmezler ısıtmadan kıvamına gelip akmakta. Her daim yakılmaya ihtiyaç duyulan bir ocağın ateşi, kah bazlama yapmaya zemin, kah da ısınmaya fırsat olabiliyor yalnızca. Aynı ateş, ısınacak çorbanın da alevini, kaynayacak suyun da alevini yaratıyor. Evler hem is, hem pis kokuyor.
Ankara’nın alışıldık at ve nal sesleri yok sokakta. Aslında sokaklarda kimse yok. İş yok, güç yok, hayat yok. Yaman bir kış var Ankara’da ve bir de yaman bir “harp” henüz devam etmekte uzakta. Ankaralı bir çok ailenin evladı harp meydanlarında. Balkan Harbi henüz bitmemiş, top tüfek sesleri buralardan duyulmasa da, atan her yürekte bir de “evlat kokusu” hissedilmekte. Çok şükür, bu günlerde pek de yaralı gelmiyor Namazgahtepe’ye!
Balkan Harbi, bu kış ve soğukta en çok Ankarayı, Ankaralıyı vurmakta. Bir çok yiğidini yaban topraklara bırakmış gelmede, bir çok evladı sakat dönmede. Bir kış ki, yaman bir kış , yıldırıcı ve yıkıcı bir kış ve de uzun sürmede.
Kanun-u sani (Ocak) ayından ümidini kesip, Şubat ayında rahatlamayı ümit eden halk, yanıldığını pek geçmeden anlayacak, Şubat ayının o pek bilinmedik gücüyle tarumar olacaktı. Çatıların iç kısımlarının, merdiven altı tahtalarının sökülmeye başlandığını belirtir bir abartılı ifade yaygın hale gelmiştir, ayın ilk günlerinde. Yakacak bir şeyler aramaktadır Ankaralı.
Halk büyük bir bunalıma girmiş gibidir. Ayakta kalmayı arzulamakta ve bunun için elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. İnzibati olayların arttığı söylenmekte, özellikle de Yahudi ve Ermeni mahallelerinde oturan insanların bazı şikayetleri halk arasında bir söylenceye sebep olmaktadır : “Hırsızlıklar başlamıştır.”
Koca bir ayı evlerde karılarının ve kızlarının yanında geçirmiş koca adamların, sıkıldıkları ve sıkılmışlıkları sarar her şeyi.Tek tük de olsa Hacı Bayram’da Kuyucunun Kahvesine gitmeyi göze alabildikleri dikkati çeker yalnızca. Kahveler aslında hiç kapanmamışlardır. Çünkü Ankara’ya ticaret için gelmiş günübirlikçilerin bile uğrayacağı bir yer olarak görülmüştür kahveler. Şimdi biraz daha kadem basmaktaydılar.
Kahveler aynı zamanda Ankara’nın bu haline, kaderine el koyma yerleri de olmuştu yeniden.Gelen her yeni müdavi, karı- kışı yeniden getiriyor, tartışmalar yenileniyordu. Hacı Bayram Camii imamı Hacı Fethi Hoca ise 7 Şubatı, 8 Şubata bağlayacak Cumairtesi Günü gerçekleşecek Mevlid Kandilini düşünmekteydi. O soğuklarda cemaat nasıl gelir acep?
Nitekim o gece çok daha soğuk bir gündü. Hali vakti iyi insanların evlerinden beraberinde gelirken getirdikleri mangallar ile ısınıldı camide. Mevlid daha büyük bir heyecan ve ritüelle kutlandı. Hatta bir mevlidhanın uzun süren öksürüğü sonrası, başka bir mevlidhanın aldığı yerden devam etmesi, cemaati biraz daha heyecanlandırmış, duygulandırmıştı.Çifte mevlid eda edilmişti!
O Şubat ayında da bütün gün sürdü soğuklar. Hele gecelerin ayazı kimseye bir şey yapmaya, etmeye fırsat vermedi. Evlerinde büzüldü kaldı insanlar. Ankara büzüldü.
Günler geçiyor, kimse çıkıp da ne olacağını söylemiyor, insanlar çaresizlik, yokluk ve sefalet içinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Ankara küçülüyordu. Hayatını kaybedenlerin sayısını bilmek hiç bir zaman mümkün olamadı, olamazdı. Ancak, definlere nezaret eden Sarı Ethem Hoca’nın bir sözü vardı ki, ölenlerin bilançosu gibiydi : “ Havalar elvermediği için yalnız öğlen namazına müteakip defin yapabiliyorduk. Her öğlen de 2-3 öksüzü yetimi toprağa verdiğimiz oluyordu.”
Bilinmez, bu yetimler kimlerdir? Bu öksüzler kimlerdir?
Ama Ankara o yıllarda zaten öksüz, zaten yetimdir.
コメント